Her geçen yıl daha çok yanıyoruz. Sadece ormanlarımız değil, vicdanlarımız da kavruluyor. Betonun gölgesine sığınan bir milletin, bir ağacın gölgesinde nefes alabileceğini yeniden hatırlaması gerekiyor. Rantla boğulmuş şehirlerde “yeşil” artık yalnızca bir reklam rengi. Ve ne yazık ki, doğanın sesi kısıldıkça, insan da sessizleşiyor.
İşte tam da böyle bir dönemde, insan sığınacak bir hatıraya ihtiyaç duyuyor. İçini serinletecek bir örneğe. Ve ben o örneğin karşısında durdum, bir çınarın gölgesinde… Yalova’da, Yürüyen Köşk’ün önünde.
Sıcak bir yaz günüydü… Ama bu sıcağın içinde öyle bir serinlik vardı ki, gölgede olmaktan değil, farkındalıkla nefes almaktan gelen bir ferahlık. O köşk, yalnızca mimari bir yapı değil. O bir ders, bir sembol, bir duruş.
Yıl 1930. Atatürk, Yalova’daki bu küçük köşkü çok sever. Bir gün çınar ağacının dalları yapıya fazla yaklaştığı için, görevliler ağacın kesilmesini önerir. Günümüzün refleksi bu olurdu zaten, değil mi? Engelse yok et, sorun çıkarıyorsa kes. Oysa Atatürk’ün cevabı hem çok sade, hem de çok sarsıcıdır: “Ağacı kesmeyin, köşkü kaydırın.”
Ve işte bu noktada insan durup düşünür. Çünkü burada bir bina kaydırılmamıştır aslında, burada bir zihniyet yerinden oynatılmıştır. Raylar döşenmiş, köşk birkaç metre öteye kaydırılmıştır ama esas hareket eden şey, Türkiye’nin doğaya olan bakışıdır. Bir dal için değil, koca bir ağacın özgürlüğü için binayı raylara alan bir irade… Kimileri hâlâ sadece “ileri görüşlülük” der, ama ben daha fazlasını görüyorum: Merhamet, zarafet, öngörü ve ilkesizlikten uzak, sağlam bir karakter.
Bugün ne mi yapıyoruz? Ağaçları kesip yerine AVM dikiyoruz. Dere yataklarına beton döküp sonra sel olunca şaşırıyoruz. Oysa Atatürk, 1930’da doğaya ‘engel’ demedi. Onu bağrına bastı. Onunla çatışmadı, onunla konuştu.
Yürüyen Köşk sadece taşınmış bir bina değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun doğaya nasıl baktığını anlatan canlı bir hikâye. Beton çağının ortasında hâlâ ayakta duran, “başka türlü bir liderlik mümkün” dedirten bir iz.
Ben orada, o köşkün önünde, çınarın gövdesine bakarken kendimi küçük bir çocuk gibi hissettim. Sanki o gövdeye Atatürk’ün eli değmiş gibi… Sanki o dallar hâlâ onun nefesiyle kıpırdıyor gibi… O ağaç, bize bırakılmış sessiz bir öğüt gibi duruyor hâlâ.
Belki de asıl mesele, o rayları döşetmek değildi. Belki de mesele, halkına “her şey kesilip atılmak zorunda değil”i göstermekti. Doğa bir engel değil, yaşamın ta kendisidir diyebilmekti.
Bugün hâlâ bu ülkede bir ağacın kesilmesini durdurmak için kendini zincirleyen insanlar varsa, bu biraz da o raylara borçluyuz. Çünkü o raylar, sadece köşkü değil, doğaya duyulan saygıyı da taşımıştı geleceğe.
Atatürk’e neden bu kadar bağlıyız biliyor musunuz? Çünkü o yalnızca cephe kazanan bir komutan değil, vicdanıyla yöneten bir insandı. O çınar ağacına gösterdiği saygı, bugün büyük makamlarda oturan nice insanda yok.
Yürüyen Köşk, “ilericilik” nedir, “medeniyet” ne demektir, bunu anlamayanlara tokat gibi bir cevaptır. O nedenle sadece bir turistik yapı değil, bir dersliktir. Ve her Türk gencinin, o dersliğe en az bir kez girmesi gerekir.
Belki raylar artık yok. Belki köşk bir daha yerinden oynamayacak. Ama bize düşen, o fikri yürütmek. Doğayı koruyan, vicdanlı ve ileri görüşlü bir Türkiye’yi yeniden inşa etmek. Çünkü bir dal için köşkü yürüten bir liderin evlatları, ağaçların arkasına saklanarak değil, onların gölgesinde büyüyerek yürür bu yolda.

